Ahmet Altan: Bir orduda yetmiş generalden oluşan bir cunta varsa başka kalabalık cuntalar da vardır
“FETÖ'cü denilip geçilecek bir iş değil bu"
- A +
17 Temmuz 2016 22:38
*Ahmet Altan
Nasıl bir memlekette doğduysak, daha hayatı ilk anlamaya başladığımızda askerî darbe gördük, yaşama maceramızın sonuna yaklaştık gene askerî darbe var karşımızda.
Lanetli bir ağacın zehirli meyveleri konuluyor hep önümüze.
Bu ağacın toprağını değiştirmedikçe, bu toprağı havalandırmadıkça da bu zehirli meyveler hep büyüyecek, öyle anlaşılıyor.
Üstelik zehrin dozu da gittikçe artıyor.
Biz televizyonlarda komediye benzer bir şey izledik…
Bir yaz gecesi saat onu on gece Beylerbeyi’nde başlayan bir askerî darbe, herhalde darbeler tarihinde örneğine rastlanılmayacak bir iş.
O saatte Boğaz’da gezinti başlar, darbe değil.
Ama İstanbul’daki tuhaflıklar, köprünün bir yanını kesip öbür tarafını açık bırakma, havaalanının kapısına on kişi gönderme gibi acayiplikler sizi aldatmasın.
Korkunç bir gece yaşadı bu ülke.
Etkileri çok uzun zaman hissedilecek bir olay oldu.
İki yüze yakın insan öldü.
Bir ülke için olabilecek en korkunç iş geldi ülkenin başına, asker askeri vurdu.
“Asla kendi halkına, toprağına, camisine ateş açmaz” denilen subaylar Millet Meclisi’ni bombaladı.
Haberlere göre ayaklanmaya katılan yetmiş generalle, çoğu subay altı bin kişi tutuklandı.
Gazetelerden ve televizyonlardan öğrendiğimiz kadarıyla bir ordu komutanı, bir askerî şûra üyesi, Genelkurmay istihbarat dairesi başkanı, Cumhurbaşkanı’nın başyaveri ve epeyce tugay ve tümen komutanı bulunuyor yakalananlar arasında.
Bunların “Cemaatçi” olduğu söyleniyor, artık neredeyse resmîleşen isimleriyle “FETÖ”cüler.
Böyle zamanlarda her duyduğuma inanmam ama eğer bu adamlar Cemaatciyse, “dindar” olduğunu iddia eden insanlar bu alçaklığı yaptıysa, ülkenin geleceğine bu korkunç tohumu attıysa, bu ülke onları asla affetmeyecek… Ve affetmemeli.
Kim yaparsa yapsın böyle bir alçaklık affedilemez.
Ama bu adamların ilişkileri kanıtlarıyla topluma açıklanmalı.
“FETÖ”cü denilip geçilecek bir iş değil bu.
Yıllardır izlenen Cemaatçiler nasıl ordu komutanı oldu, nasıl Genelkurmay istihbaratın başına geldi, nasıl Genelkurmay Başkanı’nın özel kalemine atanabildi, nasıl Cumhurbaşkanı’nın başyaveri seçildi?
“Ordu dışında bir merkezden emir aldığı” söylenen bu adamlar ordunun içindeki merdivenleri nasıl tırmanabildi?
“Kırk yıllık mesele” deyip bırakamazsınız, son yıllardaki atamalar nasıl açıklanacak?
Yoksa ordu içindeki bütün karmaşık ve tehlikeli ilişkiler, “FETÖ”cü denilen bir paketin içine sokularak gözlerden saklanıyor mu?
Öyle yapılıyorsa, daha büyük tehditler gizlenmiş olur.
Şimdi işin daha da vahim boyutuna gelelim.
Hayatım boyunca artık sayısını bile hatırlamadığım kadar darbe ve darbe girişimi gördüm.
Ve bu gördüklerime dayanarak söyleyebilirim ki bir orduda “yetmiş generalden” oluşan bir cunta varsa büyük bir ihtimalle başka, belki de daha kalabalık cuntalar da vardır.
Darbe serisi bir kere başladığında kolayından durmaz.
Muhtemel felaketleri önleyebilmek için sormamız gereken ilk soru şudur:
Türkiye, ne oldu da böyle bir darbe ortamına girdi?
Daha beş yıl önce, artık bir daha darbe olmayacağına kesin olarak inanılmışken nasıl oldu da askerlerin birbirini vuracağı, iki yüze yakın insanın öldürüleceği, Meclis’in bombalanacağı bir ortama geldik?
2010’da “darbeler” bir daha tekralanmayacak şekilde sona erdirilmişken, 2016’da bu hayaleti yeniden hortlatan nedir?
Bu soruya gerçekçi bir cevap verilmezse, bundan sonra yaşayacaklarımız, yaşadıklarımızdan daha korkunç olacaktır.
Önceki günkü felaketin yaklaştığına dair daha önce çok söz söylendi, iktidar dikkatli olması için çok uyarıldı, insanlar yazılar yazdı.
Kimse aldırmadı.
Şimdi bir kere daha söylüyorum.
Bu ağacın toprağını havalandırmazsanız, daha büyük bir zehirli meyve düşecek önümüze.
Hiç kimse ama hiç kimse güvende olmayacak.
Siyasi bir iktidarın demokrasi ve hukuk yolundan sapması, bir ülkeyi canavarlarla dolu bir yola sokar.
Bir canavarı halledersiniz, bir başka canavar çıkar… Canavarlık da, canavarlar da bitmez.
Bu son alçaklık, bize aslında bir şans da sunuyor, kullanabilirsek.
Bir kavşaktayız.
Ya demokrasiden ve hukuktan uzaklaşan yolda ilerlemeye devam edeceğiz ya da demokrasiye ve hukuka döneceğiz.
Demokrasinin somut biçimini geçen gün hep birlikte izledik, Parlamentoda dört siyasi parti beraberce darbeye karşı çıktı.
Eğer parlamentoyu demokrasinin merkezi yapar, halkın seçtiklerinin anayasa ve yasalar çerçevesinde çalışmasını sağlar, parlamentonun yaptığı yasaların çiğnenmemesini bağımsız bir yargıyla denetler, seçilmiş hükümet anayasal görevini yerine getirerek bu yasaların çerçevesinde ülkeyi yönetirse, biz düze çıkarız.
Dört partinin parlamentoda birlikte darbeye karşı çıkmasının ne kadar güven verici ve ferahlatıcı olduğunu gördük, bu gördüğümüze sarılmamız gerekir.
Ama bunu yapmazsak, anayasayı dinlemez, parlamentoyu, yargıyı ve hükümeti devreden çıkaran bir yönetime saparsak gelecek korkunç olur.
Milyonlarca insanın birbirinden nefret eder hale geldiği bir ülkeden söz ettiğimizi unutmayın.
Bir uçurumun kıyısında konuşuyoruz bunları.
Bakın, bir insanın ciğerinde tümör varsa, bu tümör belli bölgelerin oksijen almasını engeller, orada mikroplar oluşur ve hastada zatürre görülür.
Zatürreyi tedavi edebilirsiniz.
Ama tekrarlar.
Her seferinde daha ağır tekrarlar.
Tümör de gittikçe daha büyür.
Sonucun ne olacağını söylemeye gerek yok.
Hastayı kurtarmak için o tümörü iyi etmelisiniz.
İyileşmenin başka bir çaresi yok.
Bugün AKP’lilerin en çok öfkelendiği insanlar, bu “tümörün” nasıl iyileşeceğini anlatan insanlar.
“Demokrasiyi ve hukuku korumalıyız” diyen insanlar.
AKP’liler “doktoru” hapse atmanın hastaya iyi geleceğini söylüyor, size o tümörü nasıl iyi edeceğinizi söyleyen insanları susturursanız, ciğerinizdeki tümör gittikçe daha büyür.
Darbeden sonraki ilk gelişmeler, Anayasa Mahkemesi üyelerinin, Yargıtay üyelerinin, Danıştay üyelerinin yasalara aykırı bir biçimde tutuklanması, tehditkâr nefret söylemlerinin yayılması, haber sitelerinin kapatılması ümit verici gelişmeler değil.
Bunlar tümörü büyütür.
Bu ülke, korkunç bir darbe girişiminden kurtuldu ama eğer o darbeyi yaratan ortamı değiştirmezsek, yeni belalar gelecektir.
Ortam değişmedikçe bu bela durmaz.
Yazık olur ülkeye.
Bu son şansı kaçırmayalım.
Demokrasiye, hukuka, parlamentoya sahip çıkalım.
Tek kurtuluşumuz bu.
Bir yazar olarak değil, bu ülkede çok olay görmüş, çok belaya tanıklık etmiş, çok yaş yaşamış bir adam olarak bu ükedeki bütün siyasetçilere sesleniyorum, demokrasiye ve hukuka sarılın, bunu yapmazsanız bir gün bu yazıyı hatırlarsınız ama çok geç olur. http://t24.com.tr/haber/ahmet-altan-...-vardir,350534
Sponsor Reklamlar
__________________ Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez.
Sokrates
HAYATIN SESİ’Nİ biz kurduk.
Biz susmadıkça
HAYATIN SESİ’de susmayacak.
Ve biz hiç susmayacağız.
Darbeden sonra: Demokrasi mi yoksa dava mı?
GÜNCEL18 Temmuz 2016 04:58
Nuray Sancar 15 Haziran'daki darbe girişimini yazdı
Nuray SANCAR
12 Eylül cuntacıları, TRT ekranına sıralandıkları sabah “demokrasinin tesisi için gerekli şeyler hazırlanıncaya kadar ülke yönetimine el konulmuştur. Şartlar oluştuğunda asker kışlasına geri dönecektir” mesajını vermekten imtina etmemişlerdi. Maruz kaldığımız zamane darbesinin ortalıkta görülmeyen mimarları ise, ilan ettikleri halde, hem bu el koyma işlemini aslında yapamadıklarını göstermişler, o valiliğe bu valiliğe yönelerek memleketi parsel parsel ele geçirmeye çalışmışlardı. Hem de TBMM’yi altı yedi kez bombalayarak TRT muhabirine zorla okuttukları bildirinin içeriğiyle çelişmişlerdi. Uzun süre kimin kime darbe yaptığının, niye yaptığının anlaşılamadığı bu, ele yüze bulaşan girişimin “Erdoğan’ın, baş etmek üzere kurguladığı bir komplo olduğu”nu düşünenler hâlâ var. Bazı yayın organlarının alt alta sıraladığı sorular da bu algıyı köpürtmeye yarıyor.
Ne olduysa oldu ve erleri “tatbikata gidiyoruz” diye kışladan sokağa çıkaran komutanların “illegal” kalkışması, muhtemelen çok kolay alabileceklerini düşündükleri onayı, toplumun hiçbir kesiminden alamadı. Hükümetin, darbe girişimiyle suçladıkları cemaat de dahildi buna.
Kuruluş defoları sayesinde darbecilik ordunun neredeyse fıtratıdır. Siyasi zemininin olmadığı koşullarda bile askeri darbe, toplumun üzerinde bir demokles kılıcı olarak durur. En ünlüleri Talat Aydemir ve Madanoğlu tarafından gerçekleştirilen başarısız girişimler, postmodern kalkışmalar, ihtarlar, muhtıralar ve andıçlar da kallavi darbelere eklendiğinde modern ordunun 90 yıllık tarihinin sürekli olarak cunta salgılamaktan ibaret olduğu düşünülebilir.
Bu sadece askerin sorunu değildir. Cumhurbaşkanlarının kendilerini başkomutan ilan edebildikleri bir yönetim örgütlenmesinde “sivil siyaset” silahlı müdahale ile arasına mesafe koyabilme cüretinden yoksundur. Askerin siyasetin bir parçası haline getirildiği MGK’lardan çıkan sonuç bildirgelerinin hepsi bir iç ve dış düşman tayin ederek egemen siyasetin akışını şekillendirmiş; askeri tarzı siyasetin genel tarzı haline getirmiştir. Seçimler, Meclis; yasama ve yürütme organları bu sayede her zaman içi boş bir gösteren durumundadır.
Birkaç yıl önce bir rüşt ispatlama hamlesine giren Türkiye siyaseti tatbikat kılığında düzenlenen darbe senaryolarını deşifre etti. Ne var ki bunu hem delil toplama sürecindeki usulsüzlükler hem de siyasi bir teyakkuz halinde iken işlediği suçlar yüzünden eline yüzüne bulaştırdı. Ve nihayet bir süre sonra rüşt ispatlama çabasından çark eden AKP Hükümeti, çok geçmeden askeri, siyasi müttefik olarak yeniden sahneye çağırdı. Ergenekon tutuklamalarının suçlusu olarak Cemaati işaret ederek dosyayı kapattı.
Dolayısıyla bugün ortaya çıkan darbemsi girişimde bu türden siyasi beceriksizliklerin ve Hükümeti askere apar topar yeni bir rol vermeye yönelten Ortadoğu’daki ve içerdeki gelişmelerin hazırlayıcı rolü vardır. AKP viraj alamadığı noktada askere sığınmıştır. Darbe girişiminin bir husumetten çok bu ittifakın yeniden kuruluş tarzındaki defolarla ilişkisinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz.
ASLOLAN DAVA
Darbe “kalkışması” birkaç saat içinde püskürtüldü. Ne var ki gelişmeler ve siyasi erkanın demeçleri bunu demokrasinin bir zaferi olarak görmek konusunda itidali elden bırakmamayı gerektiriyor. Tayyip Erdoğan’ın facetime ile bağlandığı kanalda kendisini başkomutan ilan ederek bir savaşçı olarak konuşmaya başlaması, ardından darbeyi Allah’ın bir lütfu olarak gördüğünü söylemesi bundan sonra olacakların işaretidir. Nitekim sokağa davet ettiği halkın yükseltilmiş ajitasyon düzeyi ele geçirilen genç askerlere saldırıyla sonuçlandı. Sosyal medyada kafası kesilen asker görüntüleri dolaşıyor. Darbe gecesinden itibaren camilerden kesintisiz okunan sela ve ezanlar, sokağa belli formasyondaki bir halk kesiminin davet edildiğinin işaretiydi. Nitekim ikinci gece, esasen gösterilere yasaklı meydanlara yeniden çağırılanlar tekbirler ve ilahilerle yürüdüler. Bu ajite ruh hali içindekiler Moda sahilinde bira içenlere yönelik saldırıya imza atarken, olağan kriz bölgeleri Gazi ve Okmeydanı yine gaza boğuldu.
Bu arada; darbecileri protesto edenler demokrasi lafını telaffuz etmediler; onlar Tayyip Erdoğan’ın kurtulmuş olmasından memnundular. Alanlarda AKP’nin seçim şarkıları çalındı, Recep Tayyip Erdoğan sloganları atıldı. Darbeciler için idam talebi, Kürt karşıtı sloganlar sokağı doldurdu. Taksim AKM’ye Erdoğan’ın posteri asılarak Gezi’nin rövanşı da alındı.
Bu gelişmeler, darbe girişiminin püskürtülmesinden sonraki siyasi ortamın daha derin kutuplaşmayla bölüneceğini gösteriyor. Meclis’te dört partinin imzasıyla darbe karşıtı ortak bir bildiri okunmuş olmasına karşın Erdoğan ve AKP kitle mobilizasyonunun bu bildirinin imzalanmış olduğu bir zeminde sürmesini umursamadığını gösterdi. Tersine Meclis varlığının, sokakta şeriat isteyen ajite olmuş, bir kısmı şeriat yanlısı kitleye bir meşruiyet sağlamaya yedeklenmiş görünüyor. Parti başkanlarının Meclis’teki konuşmaları da doğrusu bu beklentiye eklemlenecek mahiyette olmuştur.
Bu süreç Gezi döneminde Erdoğan’ın “evde zor tutuyorum” dediği yüzde ellinin; Mavi Marmara, İsrail anlaşması vb. dış politikada keskin virajlar alınarak telafi edilmeye çalışılan başarısızlıkların, Cizre’de olan bitenin gevşettiği kitleyi yeniden ve daha tahkim edilmiş olarak davaya bağlanmasının vesilesi olarak görülmektedir.
“Allahın lütfu” HSYK’nın boşaltılmasının, seri tutuklamaların, muhalefete yönelik ayar çabalarının, son demokrasi sübaplarının iptal edilmesinin de yolunu açmıştır. Sokaktan gelen tekbir sesleri, hızlıca yapılan siyasi ve idari düzenlemeler sırasında çıkan itirazların üstünü bir güzel örterken “dava”ya kadro alımlarının kapısı gürültüyle açılmıştır. Demokrasi değil dava pohpohlanmıştır.
Fakat eğer darbe askerin fıtratında varsa bu darbe girişimi son olmayacaktır. Ama bundan daha önemli olan siyaset zemininin darbecilikle çoktan kirlenmiş olmasıdır. Darbenin öznesinin asker ya da sivil olması halk için fark etmiyor.
Her zaman mağdur olanlar yine oluyor, ezilenler yine eziliyor.